Pazar, Ocak 05, 2014

Türkiye'den misafirimiz var!

Delhi'deyiz, yine aynı otelde.
Kahvaltının ardından hızlıca havalimanına, kayınvalidemi karşılamaya gittik. Hızlıca derken, gerçekten hızlı. Temmuz 2013'te açılan havaalanı metrosu sadece 4 durakta durarak 20 dk'da merkezden havaalanına ulaşıyor. Ve Delhi'de kolay kolay bulamayacağınız.bir sakinlik içinde gidiyorsunuz, çok acayip.
Uçağın indiğini tabeladan kontrol ettik. 10 dk içinde kapıda görünür diye sakince bekleşiyoruz. Biraz gecikmeli de olsa kapıda göründü annem. Formlar falan varmış doldurulması gereken, unutunca uzamış. Neyse, bir heyecanla sarıldık birbirimize. İlk kez tecrübe ettiği tek başına ve aktarmalı yurtdışı uçuşundan ötürü stresi belli oluyordu. Neyse ki herşey hallolmuş, aylar öncesinden sözleştiğimiz yerde ve zamanda buluşmuştuk.

İlk günü Delhi'de Kutb Minar'a kısa bir gezi yaparak geçirdik. Akşamında taa İstanbullardan türlü ele geçirilme tehlikelerini atlatarak gelmiş rakımızı açtık, yanında ezine peyniri ve kavun, Hint mutfağından da patlıcan ve pide...
O akşam, sabah 6'da hareket etmek üzere sözleşip odalarımıza çekildik.

Sabah 6, hava daha karanlık ve biz otelin önünde valizlerimizleyiz. Bu saatte bile tuktukların uzun kornaları başlamış. Delhi'den kaçmak için az vaktimiz var. Yoksa 2 saat sürebilecek korkunç bir trafiğin içinde kalabiliriz. Hava aydınlandıkça yollar genişledi ve şehirden çıktık fakat sabahın ilk ışıklarıyla beliren sis gitgide arttı. Kahvaltı için yine yol üstü bir Mc biliyorduk ama sis o kadar fenaydı ki değil yolun kenarında ne olduğunu, önümüzde araç var mı yok mu o bile belli değil. Üstelik her şeritte istedikleri gibi durup (evet, otobanda bile) tamirat, yükü düzenleme gibi işler yapmakta sakınca görmedikleri için durum gerçekten tehlikeliydi. Bir ara sisin hafiflediği anda solumuzda sarı M harfini görünce oh dedim. Kahvaltıdan sonra sis hafifledi. Yolun büyük kısmını öğle saatlerinde tempolu bir şekide aldık. Jaipur'a varmadan yarım saat önce Amber Fort'u gezdik. Çin Seddi'ne benzer duvarlarla uçsuz bucaksız dağları örmüşler, ortasına da süslü ve keyifli saraylar koymuşlar.

Ve tekrar Jaipur'dayız. Aralığın sonundayız ama bahar ayında güneşli bir akşamüstü gibi hava. Otelimiz bu sefer gelişimizden haberdar ve bizi 3. kez karşıladıkları için ortamda bir güleryüzlülük hakim. Akşama kadar dinlenip bahçede güzel bir yemekle günü bitirdik. Ertesi gün "sucuklu" kahvaltı sonrası Demet ve kayınvalidem şehir sarayına gidelim deyince tek takılıp çarşıyı pazarı gezdim. Gezerken 2 kere punduna getirilip gümüşçü dükkanına sokuldum. Sokulmakla kalmayıp girdiğim 2. dükkandan alışveriş bile yaptım. İtiraf etmeliyim ki gerçekten profesyonel kandırma taktikleri var :) Mesela ilk kandırlmamda sözü takı-mücevher konusuna getiren bendim. Muhabbet sırasında nasıl bir akıl oyunu oynuyorlarsa artık...
Jantar Mantar denen astrolojik gözlemler için tasarlanmış alet-yapılarla dolu tarihi park tam bana göreydi. Tüm öğleden sonrası bunları inceleyip çözmeye çalışmakla geçti.

Ertesi günkü hedefimiz Agra'ya varıp 23.30 hareketli Varanasi trenimize ulaşmak. Sabah otelde ayrılıp önce yolüstü Fatehpur Sikri'deki camiyi görelim dedik. Caminin avlusu seyyar satıcıların akınına uğramış, yerlerde çöpler, ibadet için gelenler %5'i geçmez. Acayip bir yer olmuş yani.
Agra'ya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Şehrin çılgın trafiğinde 7km yol almak neredeyse 1 saat sürdü. Karşıdan gelenin beni göre göre yoluma girmesi ve tek çözümün benim bu durumda frene asılıp kaçabildiğim kadar sola kaçmam olduğunu bilmesi bu trafik kuralsızlığında en dayanamadığım ve en saygısız bulduğum hareket. Üstüste birkaç kez aynı şey olunca, sonunda çıldırıp bu hareketi en son yapan bir rikşanın ön tekerinin üstünden geçtim ve devam ettim.
Taj Mahal Yamuna Nehri'nin güneyinde. Nehrin kuzeyine geçip bu muhteşem yapıyı karşıdan, kocasının öldükten sonra gömülmeyi vasiyet ettiği noktadan görelim dedik. Hava zaten neredeyse tam kararmıştı ve Taj Mahal de gece aydınlatılmadığı için biraz ümitsizce yürüdük nehir kenarına. Evet, siyaha çalan koyu lacivert gökyüzünün ortasında simsiyah silüeti ve bu görüntünün karşısında pür sessizlikte acayip bir odaklanma yarattı. Hiç unutamayacağım bambaşka bir tecrübe yaşadık hep birlikte...

Gelelim efsane trenimize; gece 11:30'daki tren için yemek yiyip, biraz oyalanıp 10 gibi istasyona vardık, arabayı 3 gün güvenle saklasınlar diye otoparkçılarla anlaştık, herşey güzel.
İstasyondan içeri girince ilk bomba: Varanasi treni 3 saat rötarla kalkacak! Biraz moraller bozuldu ama neticesinde 3 saatlik rötarın bekleşmesi değil, Varanasi'de geçireceğimiz sınırlı vakitten çalacak olmasına üzüldük. Çaylar içildi, istasyonda bir aşşağı bir yukarı gidildi gelindi. Geceyarısı oldu. Tekrar tabelaya bakayım dedim, bakmaz olaydım... 2 saat daha eklemişler rötara... Hareket amirliğinden erteleme sebebinin sis olduğunu öğrendim. Yahu bizim İstanbul Boğazı'nda ağır siste motorlar karınca gibi çalışırken acaba zaten raylara bağlı ve sinyalizasyonun ana merkezden kontrol edildiği bu trenler neden öylece kalır? Bilemedim. Yorgunluk da var bir yandan. Demetler arabaya, biraz uzanmaya gittiler. Ben de istasyondaki genel alışkanlık gibi büyükçe salonda yatanların arasında köşesinde matımı serip uyku tulumumu çekip biraz kestirmeye karar verdim. Böyle 2 saat daha geçti... Tekrar toparlandım, elimde matım tulumum, tabelanın karşısına geçtim. Geçmez olaydım... Akşam 11:30'da kalkması gereken tren sabah saat 7:30'da kalkacak yazıyor! Saat o an yaklaşık 02:30. Demetler ne yapalım, arabada kestirerek idare ederiz dediler. Ben tekrar takımlarımı toplayıp istasyonun büyük holüne gidiyordum ki "First class waiting room" yazısını farkettim. Elimdeki 2AC bileti görevliye gösterip salona girip giremeyeceğimi sordum. Girebileceğimi söylediğinde beni bir mutluluk aldı ki... Demetlere koşup güzel haberi verdim hemen. İyiyiz biz burda, gelmeyelim dediler. Dedim siz bilirsiniz. Bu sefer şişme matımı da kaptım arabadan. Tenha, ısıtmalı salonda uzanıp bir köşeye sabah 6.30'a kadar mışıl mışıl uyumuşum.  Söylenen saat gelmek üzereydi, korkarak tabelaya gittim. Evet, bir erteleme daha olmuş. Ama bu seferki 45 dakika kadar. O süreyi de kahvaltı ederek, platformu bularak geçirdik. Biraz daha ertelendi... Diğer turist yolcularla gece yaşanan beklemeyi konuşarak herhalde 1 saat kadar daha bekledik...
Sonunda uzaktan trenin beklenen sesi geldi. Uzunca kornalar çala çala, yavaşladı, yavaşladı, ve durdu. Aceleyle vagonumuzu bulup yerleştik. Geç geldi ya, hemen kalkar dedik. Yok, 1 saat de içinde beklemişizdir... Artık kalkmaz bu tren diye düşüncelerimi kesinleştirmişken pencereden baktım platform akıyor. Demek ki gidiyoruz! Saat o an 09:30'du. Toplam rötar ise 10 saat...
Yolculuk beklendiğimden daha keyifli geçti. Rahat yatakta kitap okuyarak, uyuyarak akşamı ettik. Tabi normalde 12 saat sürmesi planlanan yolculuk 18 saat sürünce trenden inişimizin sabah 2'ye sarkmasını saymazsak... Evet, sabaha karşı tren istasyonunun önünde, elinde valizlerle tuktuk şoförüyle pazarlık etmek pek de keyifli değil. Üstelik kalacak otelimiz bile belli değilken. Neyse, tuktuk bizi otellerin yoğun olduğunu bildiğimiz yere indirdi. Elimizdeki haritaya göre sağdaki sokağa girmemiz gerekiyor. Sokak derken, önünde tüfekli 3 askerin nöbet tuttuğu, araba giremeyecek kadar dar, kıvrımlı ve karanlık bir sokak. Asker var madem, güvenlidir dedik daldık, 100m ilerden bu sefer sola, orada da 3 asker. Başka kimsecikler yok, çıt çıkmıyor, ayak sesimizi duyarak ilerliyoruz. Elimizdeki listedeki otellerden birini görünce demir kapıyı tıktıklamaya başladık. Neyse ki biri uyandı, bizi içeri aldı. Başka bir otele bakma şansı tabii ki çok zor olduğundan ellerindeki tek odaya -ki böyle durumlarda ellerindeki tek oda otelin en pahalı odası oluyor genelde- hepberaber sığıştık.

Sabah 6'da tekrar kalktık. Ganj kenarında gündoğumunda yürüyüş yapacağız. Ne enerji ama! :) Bölük pörçük olsa da trendeki yolculukta ve otelde toplarsak baya uyumuşuz. Sabah ayazında ayılınca gayet iyi hissettik kendimizi. Varanasi'de Ganj'ın kıyısı hep geniş geniş stadyum düzeni basamak. Basamakların sonlandığı üst kotta ya bir tapınak ya da bir tak oluyor. "Ghat" denen bu yapıların kullanım amaçları değişken. Çoğu ibadet amaçlı Ganj'da yıkanma ritüelinin gerçekleştirildiği ghatlar.Sadece ölü yakma törenlerinin tertiplendiği ghatlar da var, ki bu ghatlardan 24 saat duman yükseliyor... Onun dışında bu basamaklar günlük aktivitenin bir parçası. Bulaşık ve çamaşır yıkama, banyo, meditasyon, uyku, çadırda yaşam, tekne tamiri... Hayat neredeyse tamamen Ganj kıyısındaki basamaklarda.
Kenardan kenardan güneye doğru bakınarak yürüyüp en uçtaki ghata vardık. Normalde o akşamüstü dönüş trenimiz var. Buraya kadar gelmişken 12 saat kalıp dönmeyelim diyip trenimizi bir sonraki güne aldık. Çok da iyi oldu çünkü Varanasi gerçekten çok farklı ve şu ana kadar gördüğüm yerler arasında aklımda özel bir yere sahip. En etkileyici yanı ise gerçekten bize bu kadar uzak bir kültüre ve inanışa sahip bir toplumun doğal yaşantısı gözler önünde tüm çıplaklığıyla yaşanıyor. Herşey yanıbaşınızda. Doğum, yaşam, ölüm... Hepsi Ganj'da...

Agra'ya dönüyoruz artık. O da ne! Trenimiz yine rötarlı! Hayret... Bı sefer de toplam 6 saat rötarla akşamüstü Agra'ya vardık. Olsun, alıştık... Arabamızı da otoparktan sağsalim teslim alıp koltuğuna oturunca öpecektim neredeyse.
Neyse ki Taj Mahal'i ziyaret etmeye yetecek kadar vakit kalmıştı. Gerçi ben dinleneyim dedim, ikinci kez gitmedim. Gece geç olmadan Delhi'ye vardık ve otelimize geri yerleştik.
Annemin Hindistan'daki son gününde hep beraber çarşı pazar gezip biraz alışveriş yaptık. Ben kocaman ahşap bir fil aldım. Türkiye'ye döndüğümüzde koyacak bir yer bulacağız artık :)
Ertesi gün önemli bir gündü. Hep beraber havalimanına gittik. Annemi Türkiye uçağına uğurlayıp biz de ardından Mumbai'ye giden uçağımıza bindik ve 21 Ocak'a kadar sürecek Güney Hindistan programımıza başlamış olduk. Tospaa mı? O tarihe kadar Delhi'de bizi bekliyor olacak...

Bikaner sonrası Rajastan'a devam

Bikaner'den sonra 30. km, Rat Temple. Evet fareli tapınak, gorebildiğim yüzlercesi, göremediğim kesin 5-10 katı. Peki neden fareli tapınak? Efendim Hindular bu tapınakta 16. yüzyılda yaşayan yüce kişinin oğlunun kuyuya düşüp boğulduğunu anlatıyorlar. Rivayete göre bu yüce kişi, oğlunu ölümden ancak bir fare olarak geri döndürebilmiş. Ve onun soyundan gelecek tüm aile de bir sonraki hayatlarında fare olacaklarmış. Tapınağın bulunduğu kasabadaki insanların bir kısmı bu aileden olduklarına, dolayısıyla tapınaktaki farelerin ölen akrabaları olduklarına inanıyorlar! Enteresan tabi, 10 dakika yalınayak dolaştık, yeter dedik kaçtık :)

Günün devamında tenha, bazen çöl bazen köy manzaralı yollardan devam ederek havanın kararmasına yakın Jodhpur'a vardık.
Bu tip kalabalık şehirlerde hem şehrin tam göbeğindeki otellere arabayla ulaşmak ve park etmek oldukça sıkıntılı, hem de gürültüden bunalınca kaçacak yer olmuyor. Bu yüzden muavin hanımefendinin bulduğu otelden merkeze 2 gün boyunca bisikletle gidip geldik . Şehirliler, kendi kullandıkları büyük tekerlekli bisikletlere alışkınlar. Bizimkileri görünce epey meraklı gözlerle bakıyorlar ve bir süre yan yana sürüyoruz. Demet biraz tedirgin ve rahatsız oluyor böyle durumlardan hissettiğim kadarıyla, ama İngilizce bilenleriyle de yol üstü ufak sohbetler çok keyifli.
Şehir, ortasında kalenin yer aldığı yüksek tepenin etrafını sarmış. Kale hem savunma yapısı olarak dışardan, hem de hükümdarların saraylarıyla içerden çok etkileyici. Etrafı dolaşırken "Flying Fox" isimli firmanın faaliyeti özellikle ilgimi çekti. Kalenin burçlarından balkonlarına, oradan gölün karşısındaki tepeye uzanan çeşitli uzunluklarda çelik halatlar çekmiş. Bu halatlara özel bir giysiyle belinizden bağlanıp diğer uca kadar 20-30 sn gibi bir sürede kayıyorsunuz. Toplam 6 hat boyunca bir tepeden diğerine geçerek harika vakit geçirdik. Giderseniz kaçırmayın derim!
Şehir merkezine dönersek; yine çılgınca hareketli, kornaların susmadığı ve kaldırımların olmadığı daracık sokaklarda birsürü ufak tefek dükkan, sokak satıcıları, inekler, maymunlar... Aynı bölgede benzer şehirlerde biraz fazla dolanıp da o ilk şaşkınlığın verdiği heyecanı geride bıraktıktan sonra bu tarz mekanlardan pek keyif almamaya başladım açıkçası. Onun yerine akşamüstü otelin yanındaki spor kompleksine gittik. Kriket oynayanlar, paten kayanlar, işten çıkıp geldiği belli yürüyüş yapanlar... Oturup izledik bir süre. Sakince bitirdik günü.

Sabah kahvaltısndan sonra yola düştük yine. Hedef yaklaşık 200km güneydoğudaki Udaipur. Yollar yine seyrek bitki örtüsüyle başladı. Bir yerden sonra yükseklik artmaya, yollar virajlanmaya, etraftaki otellerin ve restoranların sayısı artmaya başladı.
Baktık ki milli parka girmişiz, bir dağı tırmanıyoruz. Öğrendik sadece bu dağda yaşayan birçok farklı hayvan türü varmış. Tabi motorlu bir araçla olunca sesi çok uzaklardan duyup toz oluyorlar. Birşeyler görebilmek için yürümek gerek.
Akşamüstü Udaipur'a vardık. Navigasyonumuzun azizliğine uğrayıp James Bond'un Octopussy filmindeki şehir sarayına bir giriş yapınca hemen askerler başımıza üşüştü. Tamam dedik, meraklısı değiliz, hemen uzaklaştık :)
Udaipur'da 4 gün geçirdik. Bir gün bisiklet, bir gün de at tepesinde, kalan 2 gün de göllere saraylara bakarak geçti. Bir de en önemlisi önümüzdeki ay güneye gideceğimiz uçak, tren, otobüslerin biletlerini aldık. Bu sefer kesin bırakıyoruz Delhi'de Tospaa'yı :)

Sabah Udaipur'dan ayrıldık. 4 günde gezerek tekrar Delhi'ye varacağız. Udaipur-Jaipur arası Hindistan'ın önemli bir ulaşım aksı. Dolayısıyla yol bölünmüş ve düzgün, fakat tabii ki yoğun. Soldan direksiyonlu arabayla Hindistan çok zor olacak diyordum fakat bölünmüş yollarda en ağır taşıt en sağdan, yani en hızlı gitmesi gereken şeritten gidiyor. Sebebi de şu, kasabalara yaklaşınca artan motosiklet, yaya ve hayvan trafiği sol şeridin sol yarısını kaplıyor, dolayısıyla kamyonlar sürekli sağdan gidince bu engellere takılmamış oluyorlar. Bu da bir tarz :) Durum böyle olunca "sollamalar" gayet kolay oluyor :)
Bu yolun bir kısmını daha önce diğer yönde yapmıştık ve yolda bir Mc Donalds ile karşılaşacağımızı biliyorduk. Öğle yemeği için hamburgerli hayaller kurmaya başladık. Kac km sonra variriz? Ben 80 dedim demet 70. Gittik gittik, 50 oldu, 60, 70, 80 oldu, yok. 100, 120, 150 oldu, hala yok... Sehre 10km kaldi, artik umidimizi kaybettik. Aclik da tavan yapmis, mutsuz bir sekilde Jaipur'un aksam trafigine giriyorduk ki solumuzda bi baskasini gorduk :-) Hem karinlar doydu, hem sehre dinlenmis ve mutlu girdik. Daha ne isterim...

Ertesi gun aksami 200km dogudaki, gocmen kuslarin bulusma noktasi Bharatpur Milli Parkina ulastik. Bir sonraki gun sabahtan aldik bisikletleri, once lastiklere guzelce hava vurdurduk. Bu arada "hava" kelimesi Hintçe'de de "hava". Motorlu tasitlarin, hatta parka kayitli olmayan rikşalarin bile giremedigi parktaki sessizlik harikaydi. İçlere dogru ilerledikçe kuş çeşitliliği arttı, insan sayısı azaldı. Bir ara bisikletleri elimizde ilerlettik ki gördüğümüz kuşlar sesi duyup uçmasınlar. Velhasıl akşamüstüne kadar hem spor oldu hem de uzun süredir Hindistan'da yaşayamadığımız sakin bir gün yaşamış olduk. Akşam birasını içerken ertesi gün katedeceğimiz dümdüz Delhi otobanını ve bir sonraki gün annemi karşılayıp yapacağımız 10 günlük turu düşündüm...