Perşembe, Temmuz 21, 2016

Baba oldum!

Saat 14.00... Demet'in kanaması var, hastane'ye gidiyoruz.

Saat 16.30... Doktor muayenesi sonrası. Bebeğin kalp atışları zayıflıyor, acil ameliyat diyor.

Saat 17.10... Aylardır baba olacağım belliydi de, böyle bir anda sevgilini ameliyata alıp 1 saat sonra da "bebeğiniz odada, buyrun" dediklerinde insan gerçekten bir garip oluyormuş...

Gözlerini açmış, etrafa bakar gibi yapıyor küçük kızım. Göremiyor, biliyorum ama, ciddi ciddi de gözleriyle etrafa bakıyor. O etrafa bakıyor, ben de bir ona bir de odanın koridora bakan penceresinden sevgilimi ne zaman getirecekler, sağlığı nasıl olacak diye servisin kapısına bakıyorum.

Saat 17.35... Sevgilim de geliyor odaya.

Saat 01.34... Güzel bir günden yepyeni bir hayata merhaba diyerek, iyi geceler...


Salı, Temmuz 22, 2014

Turist var Turist var

Uzun bir yurtdışı gezisinde olunca doğal olarak çeşitli milletlerden bizim gibi yolda olan bir sürü insanla tanışıyoruz. Sohbetler bir yerde dönüp dolaşıp Türkleri neden hiç yollarda görmüyoruz'a (başka bir konu) ve Türkiye'de geçirdikleri inanılmaz keyifli anılara geliyor.

Türkiye'den akıllarında kalan ilk şey genelde İstanbul'un camileri, hamamları, yemekleri... Sonra, başlıyorlar Anadolu'nun içlerine girmeye, bir anda başka bir ülke oluverdi diyorlar 200km gidince. Gidilecek mesafeler uzun, dolayısıyla hava kararmaya başlayınca ufak köylerde arabalarını tenha bir köşeye çekip geceyi geçiriyorlar. Akşam yatmadan önce ve sabah kalktıklarında köylülerle yaşadıkları ufak anlar, ikramlar, konuşup anlaşamasalar da bir şekilde geliştirdikleri iletişim akıllarından çıkmıyor.

Bunlar bana Avrupa'lı turistlerin anlattıklarından aklımda canlanan görüntüler. Sonra bir ara ortaya fotoğraflar geliyor, Türkiye anıları. Oğlanın burnunda kocaman metal halka, kızın göbeği açık, orada da var aynı halka. Derede yüzmüşler, konuşmuş şakalaşmışlar yerlilerle. Sonra akşam olmuş, açıp içmişler biralarını herkesin gözü önünde.

"Anadolu insanı'nı çok sevdik" diyorlar.

Seversin tabi, milletler farklı olunca, uzak bir kültürden gelen tamamen farklı bir yabancıya "yabancıdır, eder, normaldir" diyen halkım, kendi milletinden azıcık şehirli "ben" geldiğimde saçıma şortuma bile tahammül edemeyip, selamımı almayabiliyor. Merhaba demek küfür gibi zaten, selamınaleyküm diyeceksin ki işin görülsün. Hele bir de gözleri önünde içki içeceksin, bak bak bak... Ortadan akan derede bikiniyle yüzecek sevgilin de sana muhtar emmi gelip de arkadaş ne yapıyorsunuz demeyecek.

Hep böyle değil tabi, güzel anılarla, çok samimi ve açık insanlarla da tanışıp güzel vakit geçirdiğim de oluyor Anadolu'nun ortasında bir yerlerde, ama daha çok öteki türlüsü malesef, ve yabancıya öyleyken bize böylesi denk geliyor, üzülüyorum.

Bu örnek, aynı sınırlar içinde yaşayan Türkiye Halkı'nın birlikte yaşamayı zorlaştırmak için sebep üretmeye çalışmasının ufak bir örneği. Halbuki bakmayalım kimin ne yediğine, içtiğine, giydiğine. Yoksa birbirimize zararımız zorlaştırmayalım bu kadar hayatı. Aynı ülkede yaşamak için karşımızdakinin de illa aynımız olmasını beklemeyelim.


Pazar, Ocak 05, 2014

Türkiye'den misafirimiz var!

Delhi'deyiz, yine aynı otelde.
Kahvaltının ardından hızlıca havalimanına, kayınvalidemi karşılamaya gittik. Hızlıca derken, gerçekten hızlı. Temmuz 2013'te açılan havaalanı metrosu sadece 4 durakta durarak 20 dk'da merkezden havaalanına ulaşıyor. Ve Delhi'de kolay kolay bulamayacağınız.bir sakinlik içinde gidiyorsunuz, çok acayip.
Uçağın indiğini tabeladan kontrol ettik. 10 dk içinde kapıda görünür diye sakince bekleşiyoruz. Biraz gecikmeli de olsa kapıda göründü annem. Formlar falan varmış doldurulması gereken, unutunca uzamış. Neyse, bir heyecanla sarıldık birbirimize. İlk kez tecrübe ettiği tek başına ve aktarmalı yurtdışı uçuşundan ötürü stresi belli oluyordu. Neyse ki herşey hallolmuş, aylar öncesinden sözleştiğimiz yerde ve zamanda buluşmuştuk.

İlk günü Delhi'de Kutb Minar'a kısa bir gezi yaparak geçirdik. Akşamında taa İstanbullardan türlü ele geçirilme tehlikelerini atlatarak gelmiş rakımızı açtık, yanında ezine peyniri ve kavun, Hint mutfağından da patlıcan ve pide...
O akşam, sabah 6'da hareket etmek üzere sözleşip odalarımıza çekildik.

Sabah 6, hava daha karanlık ve biz otelin önünde valizlerimizleyiz. Bu saatte bile tuktukların uzun kornaları başlamış. Delhi'den kaçmak için az vaktimiz var. Yoksa 2 saat sürebilecek korkunç bir trafiğin içinde kalabiliriz. Hava aydınlandıkça yollar genişledi ve şehirden çıktık fakat sabahın ilk ışıklarıyla beliren sis gitgide arttı. Kahvaltı için yine yol üstü bir Mc biliyorduk ama sis o kadar fenaydı ki değil yolun kenarında ne olduğunu, önümüzde araç var mı yok mu o bile belli değil. Üstelik her şeritte istedikleri gibi durup (evet, otobanda bile) tamirat, yükü düzenleme gibi işler yapmakta sakınca görmedikleri için durum gerçekten tehlikeliydi. Bir ara sisin hafiflediği anda solumuzda sarı M harfini görünce oh dedim. Kahvaltıdan sonra sis hafifledi. Yolun büyük kısmını öğle saatlerinde tempolu bir şekide aldık. Jaipur'a varmadan yarım saat önce Amber Fort'u gezdik. Çin Seddi'ne benzer duvarlarla uçsuz bucaksız dağları örmüşler, ortasına da süslü ve keyifli saraylar koymuşlar.

Ve tekrar Jaipur'dayız. Aralığın sonundayız ama bahar ayında güneşli bir akşamüstü gibi hava. Otelimiz bu sefer gelişimizden haberdar ve bizi 3. kez karşıladıkları için ortamda bir güleryüzlülük hakim. Akşama kadar dinlenip bahçede güzel bir yemekle günü bitirdik. Ertesi gün "sucuklu" kahvaltı sonrası Demet ve kayınvalidem şehir sarayına gidelim deyince tek takılıp çarşıyı pazarı gezdim. Gezerken 2 kere punduna getirilip gümüşçü dükkanına sokuldum. Sokulmakla kalmayıp girdiğim 2. dükkandan alışveriş bile yaptım. İtiraf etmeliyim ki gerçekten profesyonel kandırma taktikleri var :) Mesela ilk kandırlmamda sözü takı-mücevher konusuna getiren bendim. Muhabbet sırasında nasıl bir akıl oyunu oynuyorlarsa artık...
Jantar Mantar denen astrolojik gözlemler için tasarlanmış alet-yapılarla dolu tarihi park tam bana göreydi. Tüm öğleden sonrası bunları inceleyip çözmeye çalışmakla geçti.

Ertesi günkü hedefimiz Agra'ya varıp 23.30 hareketli Varanasi trenimize ulaşmak. Sabah otelde ayrılıp önce yolüstü Fatehpur Sikri'deki camiyi görelim dedik. Caminin avlusu seyyar satıcıların akınına uğramış, yerlerde çöpler, ibadet için gelenler %5'i geçmez. Acayip bir yer olmuş yani.
Agra'ya vardığımızda hava kararmak üzereydi. Şehrin çılgın trafiğinde 7km yol almak neredeyse 1 saat sürdü. Karşıdan gelenin beni göre göre yoluma girmesi ve tek çözümün benim bu durumda frene asılıp kaçabildiğim kadar sola kaçmam olduğunu bilmesi bu trafik kuralsızlığında en dayanamadığım ve en saygısız bulduğum hareket. Üstüste birkaç kez aynı şey olunca, sonunda çıldırıp bu hareketi en son yapan bir rikşanın ön tekerinin üstünden geçtim ve devam ettim.
Taj Mahal Yamuna Nehri'nin güneyinde. Nehrin kuzeyine geçip bu muhteşem yapıyı karşıdan, kocasının öldükten sonra gömülmeyi vasiyet ettiği noktadan görelim dedik. Hava zaten neredeyse tam kararmıştı ve Taj Mahal de gece aydınlatılmadığı için biraz ümitsizce yürüdük nehir kenarına. Evet, siyaha çalan koyu lacivert gökyüzünün ortasında simsiyah silüeti ve bu görüntünün karşısında pür sessizlikte acayip bir odaklanma yarattı. Hiç unutamayacağım bambaşka bir tecrübe yaşadık hep birlikte...

Gelelim efsane trenimize; gece 11:30'daki tren için yemek yiyip, biraz oyalanıp 10 gibi istasyona vardık, arabayı 3 gün güvenle saklasınlar diye otoparkçılarla anlaştık, herşey güzel.
İstasyondan içeri girince ilk bomba: Varanasi treni 3 saat rötarla kalkacak! Biraz moraller bozuldu ama neticesinde 3 saatlik rötarın bekleşmesi değil, Varanasi'de geçireceğimiz sınırlı vakitten çalacak olmasına üzüldük. Çaylar içildi, istasyonda bir aşşağı bir yukarı gidildi gelindi. Geceyarısı oldu. Tekrar tabelaya bakayım dedim, bakmaz olaydım... 2 saat daha eklemişler rötara... Hareket amirliğinden erteleme sebebinin sis olduğunu öğrendim. Yahu bizim İstanbul Boğazı'nda ağır siste motorlar karınca gibi çalışırken acaba zaten raylara bağlı ve sinyalizasyonun ana merkezden kontrol edildiği bu trenler neden öylece kalır? Bilemedim. Yorgunluk da var bir yandan. Demetler arabaya, biraz uzanmaya gittiler. Ben de istasyondaki genel alışkanlık gibi büyükçe salonda yatanların arasında köşesinde matımı serip uyku tulumumu çekip biraz kestirmeye karar verdim. Böyle 2 saat daha geçti... Tekrar toparlandım, elimde matım tulumum, tabelanın karşısına geçtim. Geçmez olaydım... Akşam 11:30'da kalkması gereken tren sabah saat 7:30'da kalkacak yazıyor! Saat o an yaklaşık 02:30. Demetler ne yapalım, arabada kestirerek idare ederiz dediler. Ben tekrar takımlarımı toplayıp istasyonun büyük holüne gidiyordum ki "First class waiting room" yazısını farkettim. Elimdeki 2AC bileti görevliye gösterip salona girip giremeyeceğimi sordum. Girebileceğimi söylediğinde beni bir mutluluk aldı ki... Demetlere koşup güzel haberi verdim hemen. İyiyiz biz burda, gelmeyelim dediler. Dedim siz bilirsiniz. Bu sefer şişme matımı da kaptım arabadan. Tenha, ısıtmalı salonda uzanıp bir köşeye sabah 6.30'a kadar mışıl mışıl uyumuşum.  Söylenen saat gelmek üzereydi, korkarak tabelaya gittim. Evet, bir erteleme daha olmuş. Ama bu seferki 45 dakika kadar. O süreyi de kahvaltı ederek, platformu bularak geçirdik. Biraz daha ertelendi... Diğer turist yolcularla gece yaşanan beklemeyi konuşarak herhalde 1 saat kadar daha bekledik...
Sonunda uzaktan trenin beklenen sesi geldi. Uzunca kornalar çala çala, yavaşladı, yavaşladı, ve durdu. Aceleyle vagonumuzu bulup yerleştik. Geç geldi ya, hemen kalkar dedik. Yok, 1 saat de içinde beklemişizdir... Artık kalkmaz bu tren diye düşüncelerimi kesinleştirmişken pencereden baktım platform akıyor. Demek ki gidiyoruz! Saat o an 09:30'du. Toplam rötar ise 10 saat...
Yolculuk beklendiğimden daha keyifli geçti. Rahat yatakta kitap okuyarak, uyuyarak akşamı ettik. Tabi normalde 12 saat sürmesi planlanan yolculuk 18 saat sürünce trenden inişimizin sabah 2'ye sarkmasını saymazsak... Evet, sabaha karşı tren istasyonunun önünde, elinde valizlerle tuktuk şoförüyle pazarlık etmek pek de keyifli değil. Üstelik kalacak otelimiz bile belli değilken. Neyse, tuktuk bizi otellerin yoğun olduğunu bildiğimiz yere indirdi. Elimizdeki haritaya göre sağdaki sokağa girmemiz gerekiyor. Sokak derken, önünde tüfekli 3 askerin nöbet tuttuğu, araba giremeyecek kadar dar, kıvrımlı ve karanlık bir sokak. Asker var madem, güvenlidir dedik daldık, 100m ilerden bu sefer sola, orada da 3 asker. Başka kimsecikler yok, çıt çıkmıyor, ayak sesimizi duyarak ilerliyoruz. Elimizdeki listedeki otellerden birini görünce demir kapıyı tıktıklamaya başladık. Neyse ki biri uyandı, bizi içeri aldı. Başka bir otele bakma şansı tabii ki çok zor olduğundan ellerindeki tek odaya -ki böyle durumlarda ellerindeki tek oda otelin en pahalı odası oluyor genelde- hepberaber sığıştık.

Sabah 6'da tekrar kalktık. Ganj kenarında gündoğumunda yürüyüş yapacağız. Ne enerji ama! :) Bölük pörçük olsa da trendeki yolculukta ve otelde toplarsak baya uyumuşuz. Sabah ayazında ayılınca gayet iyi hissettik kendimizi. Varanasi'de Ganj'ın kıyısı hep geniş geniş stadyum düzeni basamak. Basamakların sonlandığı üst kotta ya bir tapınak ya da bir tak oluyor. "Ghat" denen bu yapıların kullanım amaçları değişken. Çoğu ibadet amaçlı Ganj'da yıkanma ritüelinin gerçekleştirildiği ghatlar.Sadece ölü yakma törenlerinin tertiplendiği ghatlar da var, ki bu ghatlardan 24 saat duman yükseliyor... Onun dışında bu basamaklar günlük aktivitenin bir parçası. Bulaşık ve çamaşır yıkama, banyo, meditasyon, uyku, çadırda yaşam, tekne tamiri... Hayat neredeyse tamamen Ganj kıyısındaki basamaklarda.
Kenardan kenardan güneye doğru bakınarak yürüyüp en uçtaki ghata vardık. Normalde o akşamüstü dönüş trenimiz var. Buraya kadar gelmişken 12 saat kalıp dönmeyelim diyip trenimizi bir sonraki güne aldık. Çok da iyi oldu çünkü Varanasi gerçekten çok farklı ve şu ana kadar gördüğüm yerler arasında aklımda özel bir yere sahip. En etkileyici yanı ise gerçekten bize bu kadar uzak bir kültüre ve inanışa sahip bir toplumun doğal yaşantısı gözler önünde tüm çıplaklığıyla yaşanıyor. Herşey yanıbaşınızda. Doğum, yaşam, ölüm... Hepsi Ganj'da...

Agra'ya dönüyoruz artık. O da ne! Trenimiz yine rötarlı! Hayret... Bı sefer de toplam 6 saat rötarla akşamüstü Agra'ya vardık. Olsun, alıştık... Arabamızı da otoparktan sağsalim teslim alıp koltuğuna oturunca öpecektim neredeyse.
Neyse ki Taj Mahal'i ziyaret etmeye yetecek kadar vakit kalmıştı. Gerçi ben dinleneyim dedim, ikinci kez gitmedim. Gece geç olmadan Delhi'ye vardık ve otelimize geri yerleştik.
Annemin Hindistan'daki son gününde hep beraber çarşı pazar gezip biraz alışveriş yaptık. Ben kocaman ahşap bir fil aldım. Türkiye'ye döndüğümüzde koyacak bir yer bulacağız artık :)
Ertesi gün önemli bir gündü. Hep beraber havalimanına gittik. Annemi Türkiye uçağına uğurlayıp biz de ardından Mumbai'ye giden uçağımıza bindik ve 21 Ocak'a kadar sürecek Güney Hindistan programımıza başlamış olduk. Tospaa mı? O tarihe kadar Delhi'de bizi bekliyor olacak...